İzleyiciler

21 Ocak 2017 Cumartesi

Yunan Mitolojisinden Bir Hikaye "HERO VE LEANDROS"


Antik çağda "Hellaspontos"un Avrupa kıyısında ( Çanakkale Boğazı ), Sestos kentinin surları arasında Tanrıça Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak bulunmaktaydı. Bu tapınakta ibadet eden rahibe Hero'nun güzelliği ile dillere destan olmuştu. Öyleki Rahibe Hero'yu görenler onu Aphrodite'nin kendisi zannederlerdi. Bu genç rahibenin güzelliği kadar alçak gönüllü olmasından dolayı Tanrıça Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi. 

Sestos'ta her sene ilk baharın gelişi ile birlikte şenlikler düzenlenir çevre illerden insanlar buraya gelir Aphrodite tapınağını ziyaret ederlerdi. Böyle bir şenlik gününde Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite Tapınağındaki ayine katılmıştı. Abydos'lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında güzel rahibe Hero'yu görünce aklı başından gitti adeta, daha ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sanki karşısındaki Aphrodite'in ta kendisiydi. Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler bir bir mabedi terk edince yavaşça mabetde tek başına kalan Hero'ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracıkta mihrabın önünde Hero'ya duyduğu aşkı dile getirdi. O günden sonra Leandros Hero'nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalarca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremeyeceğini söylediyse de Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki bir gün mutlaka hak ettiği karşılığı alacağına inanıyordu. Ve tüm çabaları ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı. Hero deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelikle Leandros'un yaşadığı şehirle aralarında denizde vardı. Ama Leandros aşkı uğruna herşeyi yapmaya hazırdı..buna gece karanlığında yüzerek denizi geçmekte dahildi.

O akşam yaşadığı şehre geri döndüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgar şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu.Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp;"Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyerek kendisini bekleyen karısının çocuklarının boynunu bükük bırakacak" dedi "Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite'yi de sevindirmiş oluruz". Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın yerinden kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu. Esen rüzgar onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı. Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros'tan başkası olamazdı..onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü. Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini tekrar görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı. O günden sonra Leandros her gece Hellespostosu yüzerek geçiyor sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti ve güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu. Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi. Leandros her ne kadar istemese de sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler. Leandros Hero'nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak hiç düşünmeden kendini azgın dalgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor dalgalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero'nun yaktığı meşale şiddetli rüzgarlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü. Heyecan içinde Leandros'un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi ancak orada dalgaların kıyıya attığı sevdiğinin ölüsü ile karşılaştı. Bu acıya dayanamayan Hero sevgilisine sarılarak kendini öldürdü. Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kaleye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar.Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdüler ve onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar.



Kaynak:www.frmtr.com

Aşk Tanrısı'nın Hikayesi... "EROS VE PSYCHE"



Yunan mitolojisinde benim en sevdiğim hikayelerden biridir Eros ve Psyche'nin aşkı. Kadın kıskançlığı mitolojiye bile konu olmuş dedirtecek türden bir hikayedir. Ancak aşkın karşısında kıskançlık duramamış ve Eros okunu bukez kendi kalbine saplamış...:)


Yunan mitolojisinde aşk, arzu tanrısı olan Eros ( Roma mitolojisinde Cupid) aynı zamanda güzellik tanrıçası Afrodit'in de oğludur. Eros insanların gönlünde yaktığı aşk ateşiyle ünlüyken, sırtında taşıdığı okları insanların kalbine fırlatarak çiftleri birbirine aşık etmektedir. Eros'un attığı sivri uçlu ve parlak altından yapılmış oklar çiftleri birbirine aşık ederken, küt uçlu ve kurşundna yapılmış oklar ise kişilerde nefret hissi uyandırmaktadır. Özünde, sırtında bir çift kanadıyla ve sevda oklarıyla uçan Eros aşkın temsili tanrısıyken kendisi de bir güzele aşık olmuştur. Ölümlü bir kız olan Psyche (Psykhe), Türkçe'de ruh anlamına gelirken, üç kızkardeşten güzelliğiyle dillere destan olanıdır (Afrodit'e benzetirler).


Afrodit birgün Eros'tan Psyche'yi en çirkin adama aşık etmesi için ok fırlatmasını istemiş (kadın kıskançlığı mitolojide fazlasıyla vardır) ve Eros'ta annesini dinleyip yola koyulmuştur. Psycke fazla gururlu, kimseye aşık olmamakla övünürken Eros onu dünyanın en çirkin erkeğine aşık etmek için harekete geçmiştir. Fakat Eros Psyche'yi görür görmez aşık olmuş ve onu uyuyan,sessiz bir ormanın ortasındaki saraya kaçırmıştır. 


Eros gece karanlıkta kimsenin kendisini göremeyeceği zamanlar saraya girip sevdiği kızla buluşuyordu. Kız Eros'un yüzünü merak ederken Eros ona sarayda mum ya da ışık yakılmasını yasaklamıştı. Eros, "Beni görmeden körü körüne sev, beni öğrenmeye çalışma, olduğum gibi sev" diye Psyche'yi tembihlerken kız bunu kabul etmiş ve onu karanlıkta olduğu gibi sevmeye başlamıştır. Fakat Psyche'yi ziyarete gelen kızkardeşleri ona "çirkin ve vahşi görünüşlü olmasa kendini sana gösterir, seni bu sarayda tutmaz" demişlerdir. Aynı zamanda kardeşleri; vazonun altına bir ateş gizleyip, Eros uyuyunca ateşi vazonun altından çıkarıp Eros'un yüzünü görmesi için akıl vermişlerdir. Aynı gece Eros sevgilisini ziyarete gelmiş ve uyurken Psyche ışığı gizlediği yerden çıkarmıştır. Gördüğü manzara ise dünyada hiçbir erkekle kıyaslanmayacak kadar fevkalade bir güzellik, yakışıklılık olmuştur. 


Psyche sevgilisini öpmek için eğildiğinde lambadan bir ateş parçası Eros'un omzuna damlamış ve uyanmıştır. Işığı görür görmez kaçan Eros o günden sonra ortadan kaybolmuştur. Psyche tüm dünyayı dolaşarak Eros'u aramış, bulamayınca da son çare Afrodit'in kapısına gitmiştir. Afrodit ise onu bir köle olarak çalıştırmaya başlamış, Psyche'de Eros'un geri döneceği umuduyla bu işi acıyla kabul etmiştir. Eros'un omzu iyileşince sevdiğinin kaderi değiştirmek için Olimpos'a tanrıların tanrısı Zeus'a gitmiştir. Psyche'yi oradan kurtarıp eşi olması için Zeus'a yalvarmış ve Zeus habercisi olan Hermes'e Psyche'nin getirilmesini emir vermiştir. Psyche tanrıların katına getirilince Eros'a kavuşmuş ve evlenerek mutlu bir hayat sürmeye başlamışlardır.






Kaynak: hulyaalagoz.blogspot.com

20 Ocak 2017 Cuma

BÜYÜK ÜSTAD "JOHN BERGER"

Kısa bir süre önce kaybettiğimiz, sanatı, devrimi, görmeyi ondan öğrendiğimiz John Berger'in sanat yaşamı nasıl başlamış paylaşmak istiyorum. Birgün önce kitabını bitirip, yazdıkları üzerine uzun uzun muhabbet ettiğimiz büyük üstadın ertesi sabah hayatını kaybettiğini öğrendiğimde bu yazıyı eklemeye karar vermiştim. 

John BERGER Anısı'na...



John Berger, 5 Kasım 1926'da Londra'da doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Annesi işçi sınıfından, babası, Stanley Berger ise, I. Dünya Savaşı sırasında askeri birlikte görevliydi. John da 1944 ve 1946 yılları arasında İngiliz ordusunda görev yaptı. Ancak askeri hayata daha fazla dayanamayan Berger, subay olmayı reddettiği ve üstlerine karşı geldiği gerekçesiyle Kuzey İrlanda'ya sürüldü. Burada kaldığı bir yıl için,''Askere alınmış eğitimsiz ve genç insanların arasındaydım. Bu, işçi sınıfından çağdaşlarımla ilk kez gerçekten tanışmamdı. Onlar için ailelerine ve sevgililerine mektuplar yazardım. Bu ilk kez toplum için yazmaya başladığım dönem olarak görülebilir. Gerçi çok kötü bir yıldı ama şimdi geriye baktığımda beni şekillendiren çok önemli bir deneyim olduğunu görüyorum.''diyecektir.

Askeriyedeki görevinden ayrıldıktan sonra, burs kazanarak Chelsea Sanat Akademisi'ne kaydoldu. Kariyerine ressam olarak başlayan Berger, 1940'lı yılların sonlarına doğru Londra'da bir çok sergiye katıldı. Çalışmaları, Londra'nın Wildenstein, Redfern ve Leicester galerilerinde sergilendi.

1948 ve 1955 yılları arasında resim dersleri veren Berger, sanat eleştirmenliği de yapmaya başladı. Bir çok makalesi, haftalık yayınlanan ve sol görüşlü politik bir dergi olan New Statesman'de yayımlandı. Modern sanat dünyasında, marxist hümanist pencereden bakan duruşu, onu kariyerinin başında tartışmalara yol açan, kışkırtıcı ve dikkatleri üzerinde toplayan birisi haline getirdi. 1958'de ilk romanı ''Zamanımızın Bir Ressamı'' (A Painter of our Time), sol çevreleri bile kızdıran gerçekçiliği yüzünden, basıldıktan iki hafta sonra toplatıdı. Her türlü çevrede kendini yalnız hisseden ve bir türlü doğrı dürüst anlaşılamayan yazar, hayal kırıklığına uğradı ve bir daha kitap yazamayacağını sanıyordu. Fakat 1972'de BBC'de televizyon serisi olarak yayınlanan ''Görme Biçimler'' (Ways of Seeing)nin başarısını post-modernist yazının önemli örneği olan ''G'' adlı deneysel romanı izledi. Sanat eleştirisine bambaşka bir boyut kazandıran ''Görme Biçimleri'', çıkış noktasını çağımızın totemi televizyondan alarak, sanatın kurumsallaştırılmasının yüzüne bir tokat gibi çarpar ve sanatın nasıl okunması gerektiğini irdeler. Sanatın, insanlığın kader kartları olduğunu hatırlatır.

''Geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdi'yle onun geçmişi arasında ilişki kurar. Demek ki şimdi'den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden birşeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.'' Görme Biçimleri'nden...


1972 yılında ''G'' adlı romanıyla da Booker Ödülü'nü kazanan usta yazar, ödül konuşmasında, Booker McConnell'ı, Batı Hint adalarında ticari sömürgecilikle suçladı ve ödülün yarısı Black Panther'lere bağışladığını açıkladı. Bu olaydan sonra Britanya'nın en radikal kişileri arasına giren Berger, Britanya'yı terkederek Fransa'ya taşındı (1962).

Yazılarında sosyolojik özellikler ağır basan yazarın diğer önemli eserleri arasında, ''Şanslı Adam'' (A Fortunate Man) (1962), ''Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa'' (And Our Face, My Heart, Brief as Photos) (1984) sayılabilir. Gezi günlükleriyle anılardan oluşan bu eserler, felsefeyle fotojurnalizmi etkileyici bir biçimde buluşturur.

Bir diğer önemli kitabı ''Yedinci Adam'' (A Seventh Man)(1975), düzyazıyı, şiiri ve fotoğrafı birleştiren uslubuyla Avrupa'daki Türk göçmenl işçilerinin durumunu konu alır. Berger bu kitabı için fotoğrafçı Jean Mohr ile çalıştı. Göçmen işçilerin içindeki parçalanmışlığı yansıtan bu eser şiirsel yazınla politikanın gergin bir çatışması, kopup yeniden buluşmasıdır. Berger, ''Yedinci Adam'' için şöyle diyor: ''Bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. İstanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekonu mahallesine gittik. Gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş 20 kadar kitap vardı ve onlardan biri ''Yedinci Adam''ın Türkçesiydi. Bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü.''

Berger, bazı modern sanatçılar hakkında incelemeler de kaleme aldı. Bunlardan en çok tanınanı, Pablo Picasso hakkında yazdığı 1965 tarihli ''Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı'' oldu. Yazıldığı dönemde, birçok sanat eleştirmeni tarafından doktrinerlik ve saygısızlıkla suçlansa da çağımızda Picasso hakkında yazılmış en iyi kitaplardan biri olarak kabul edilmiştir. Berger, Picasso’dan başka Francisco Goya hakkında, ressamın sanatını konu alan bir kitap ve Rus heykeltraş Ernst Neizvestny hakkında ''Sanat ve Devrim'' başlıklı bir deneme yayımladı. 1970’lerde İsviçreli yönetmen Alain Tanner’le birlikte çeşitli film projelerinde yer aldı; ''Salamandre'', ''2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus'', Messidor gibi filmlerin senaryosunu yazdı.

Kıvrak zekalı usta yazar, modern sanat eleştirine bambaşka bir perspektif katarak çağının bir çok yazar ve sanatçısına ilham kaynağı oldu. Susan Sontag onun için şöyle diyor: ''John Berger’in kitaplarına hayranım. O sadece ilginç olanı değil, aynı zamanda önemli olanı yazıyor. Çağdaş İngiliz yazınında bence rakipsizdir. Lawrence’tan beri sezgi ve duygu dünyasına bilincin de gerekliliklerine cevap vererek bu kadar dikkat eden bir yazar çıkmamıştır. O belki Lawrence kadar iyi bir şair değil ama daha zeki, daha asil. Olağanüstü bir sanatçı ve düşünür.''

2 Ocak 2017 tarihinde Paris'de 90 yaşında yaşama veda etti.

Eserleri: 
* Zamanımızın Bir Ressamı ( A Painter of Our Time)
* Permanent Red 
* The Foot of Clive 
* Corker's Freedom 
* Şanslı Adam ( A Fortunate Man) 
* Sanat ve Devrim (Art and Revolution) 
* The Moment of Cubism and Other Essays 
* The Look of Things: Selected Essays and Articles 
* Görme Biçimleri ( Ways of Seeing) 
* Another Way of Telling 
* Yedinci Adam (A Seventh Man) 
* Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı (The Success and Failure of Picasso) 
* G. 
* About Looking 
* Onların Emeklerine (Into Their Labours ;Pig Earth, Once in Europa, Lilac and Flag. A Trilogy)
* Ve Yüzlerimiz,Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa (And Our Faces, My Heart, Brief as Photos)
* The White Bird (U.S. title: The Sense of Sight)
* Keeping a Rendezvous
* Pages of the Wound
* Fotokopiler (Photocopies)
* Düğüne (To the Wedding)
* Kral (King)
* The Shape of a Pocket
* Selected Essays (Geoff Dyer, ed.)
* I Send You This Cadmium Red (with John Christie)
* Titian: Nymph and Shepherd (with Katya Berger)
* Here is Where We Meet



Kaynak: Biyografi.info

EDVARD MUNCH'IN "ÇIĞLIK"I

Edvard Munch'ı çoğu insan 'Çığlık' isimli eseriyle tanımaktadır. Edvard Munch'ın bu tablosu "Modern sanatın simgesi ve çağımızın Mona Lisa'sı" olarak adlandırılıyor. Pek çok yerde karşımıza çıkan bu eser, yetişmekte olan dışavurumculuğa meraklı pek çok ressam için ilham kaynağı. Peki bu resimde neler oluyor? Mesela gökyüzü neden bu halde ve erimekte olan bir muma benzeyen bu kişi neden dehşet içinde? Bu eserin hikayesi şöyle..


Çığlık tablosu, 119 milyon 922 bin 500 dolara (yaklaşık 321 milyon TL) satılarak müzayede yoluyla satılan en pahalı eser olarak tarih geçmiştir.  1895 yılında yapılan tablonun sanat tarihinde orijinal adı Boğuntu’dur. Birçok eleştirmene göre Edvard Munch’un en önemli çalışmasıdır. Resmin orijinali 84 cm x 66 cm boyutlarındadır. Resimde ön planda ızdırap çeker gibi görünen bir figür, arka planda ise Ekeberg tepesinden Oslofjord’un görünümü yer alır; Oslofjord göğü kan kırmızısı rengindedir. 

Edvard Munch, daha sonraları resimden bir litograf (taş baskı) da yapmıştır. Resim özellikle modern kültür ve sanatta büyük bir öneme sahiptir.


Oslo’da ressamla aynı adı taşıyan Munch Müzesi’nde sergilenirken, Ağustos 2004'teki bir soygunda çalınmıştır. Çalındıktan iki yıl sonra 31 Ağustos 2006 tarihinde ise bulunmuştur.



ÇIĞLIK TABLOSUNUN HİKAYESİ

Edvard Munch'un günlüğüne göre tabloyu Nice'den etkilenerek yapmıştır. Ressam günlüğünde anlattığına göre iki arkadaşıyla yürümektedir, bu sırada ise güneş batmaktadır ve kan kırmızısı rengindedir. Ressam kendini yorgun hissetmiş ve trabzanlara yaslanmıştır. İki arkadaşı ise yürümeye devam etmiştir. Ressam bu sırada doğanın çığlığını hissettiğini günlüğünde dile getirir. Ressam bu resmi yaparken hastadır ve bu yorgunluğunun oradan geldiği düşünülür. Amerikan sanat tarihçisi Robert Rosenblum'a göre bu resimdeki insan figürünün yüzü Paris'teki Musée de l'Homme'da bulunan Peru'dan gelmiş olan mumyanın yüzünden etkilenerek yapılmıştır.


RESSAM EDVARD MUNCH KİMDİR?

Edvard Munch (1863-1944) özellikle Çığlık isimli tablosuyla tanınmış Norveçli ekspresyonist ressamdır. Ruhsal ve duygusal konuları işlediği resimleriyle tanınmıştır. Alman dışavurumculuk akımının gelişmesine önemli katkıları oldu. Başlangıçta resimlerinde egemen olan içe dönük ve karamsar havanın yerini, yaşamının son yıllarına doğru yaşama sevinci almıştır. Hayatın Frizleri adlı serinin bir parçası olan Çığlık (1893; ilk adı ile Umutsuzluk), tablosunda Munch hayat, aşk, korku, ölüm ve melankoli gibi öğeleri işledi. Diğer pek çok eserinde olduğu gibi bunun da birçok versiyonunu yaptı. 1994 ve 2004 Yıllarında iki versiyon çalındı, her ikisi de tekrar bulunmuştur.

2012 yılının Mayıs ayında Çığlık tablosu 119.9 milyon dolara satılarak, açık arttırma yoluyla satılan en pahalı sanat eseri olarak tarihe geçti.




Kaynak: www.hurriyet.com.tr
               izinsizgösteri

11 Ocak 2017 Çarşamba

"İKİ DÜNYA ARASINDA" FEYHAMAN DURAN

"1914 Kuşağı, Türk İzlenimciler veya Çallı Kuşağı" olarakta bilinen grubun önemli üyelerinden biri olan Feyhaman Duran, Türk resim sanatının gelişimine büyük katkıda bulunmuştur. "Feyhaman Duran, İki Dünya Arasında" isimli sergiye Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılında ev sahipliği yapacak. 12 Ocak 2017 - 30 Temmuz 2017 tarihleri arasında sanatçının eserlerini görmek mümkün olacak. Ben heyecanla yarını bekliyorum, siz de imkanınız varsa kaçırmayın derim..:)



"Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin izlerini yansıtan sanat pratiğinin izinde söz konusu dönemin tüm çatışma ve gelişmelerini gözler önüne seriyor. Çöküş yıllarını yaşayan bir imparatorluktan, sanat dünyasının beşiği Paris’e giden, sonrasında yurda gelişinde ise kendini keskin bir dönüşümün ortasında bulan Duran’ın, bu yolculuklarının, sanatını nasıl şekillendirdiğini yansıtıyor." (SSM)

FEYHAMAN DURAN HAYATI

Feyhaman Duran 17 Eylül 1886 tarihinde İstanbul’un Kadıköy semtinde doğmuştur. Babası Şair Süleyman Hayri Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Annesi ve babasını küçük yaşta yitiren Duran, annesinin vasiyeti üzerine Hadikat-ül Maarif’te başladığı eğitimini Galatasaray Sultanisi’nde sürdürmüştür. Dedesinin ileri yaşı nedeniyle kendisiyle yeterince ilgilenememesi üzerine okul müdürü Abdurrahman Şeref Bey’in himayesinde yaşamını ve eğitimini sürdürmüştür. Okulda Hüsn-i Hat derslerinde başarı gösteren Feyhaman Duran, bir yandan da tarama mürekkebi, çini mürekkebi ve yağlıboya ile resimler yapmaya başlamıştır. 

Feyhaman Duran, Galatasaray Sultanisi’nin altıncı sınıfını 1908 yılında tamamladıktan sonra Bâb-ı Âli’de kâtip olarak işe başlamıştır. Burada yaşadığı bazı anlaşmazlıklardan dolayı görevi bırakmış, Galatasaray Sultanisi’nde güzel yazı hocalığına başlamıştır.

Sanatçı okul çağlarında bile sağlam bir desen yeteneği ile gerçeğe uygun portreler yapmıştır. Feyhaman Duran’ın, bu yeteneğini salt fizyolojik benzetme değil, bir anlam aktarabilmek için amacıyla kullandığı düşünülmektedir. Yaptığı portreler fotoğrafik görüntünün dışında, kişinin iç dünyasını da yansıtmaktadır. Hızlı çalışma yöntemi sayesinde, portre taslaklarını birkaç seansta adeta bitmiş birer tablo haline getirebilecek kadar yetenekli olduğu ifade edilmiştir.

Gençlik dönemi portrelerinde, genel fiziksel görüntünün yanında, şapka, saç modeli gibi bazı ayrıntılara da dikkat etmiştir. Resimlerinde, modelin giysi ve aksesuarları yüz hatlarıyla aynı değerde işlenmiştir. Daha sonraki dönemlerinde ortaya koyduğu eserlerinde bu tür ayrıntıları, portrenin özünün öne çıkmasını engellediği düşüncesiyle nispeten arka planda bıraktığı izlenimi doğmuştur. Portrelerinin çoğu, “büst portre” şeklindedir. 

Feyhaman Duran’ın peyzajlarında konu, sanatçının üslubunu belirlemiştir. Anadolu’da gerçekleştirdiği gezilerde yaptığı resimlerinde dikkat çeken önemli bir özellik; konu, yaşam ve görünüm değiştiğinde sanatçının üslubunun da değişmesidir. Sanatçının figürlü resimleri son derece azdır. Bu tür resimlerinde figür, konuyu ve kompozisyonu tamamlayıcı bir unsur olarak kullanılmıştır.

Çallı Kuşağı’nın hatta Türk resminin en önde gelen portre ustalarından biri olan Feyhaman Duran, 1970 yılında İstanbul’da hayatını kaybetmiştir.














Kaynak: www.sakipsabancimuzesi.org
               www.guzelsanatlar.gov.tr

6 Ocak 2017 Cuma

IŞIĞIN RESSAMI FELIX ZIEM İSTANBUL'DA..

Venedik ressamı diyede bilinen Felix Ziem'i ben Pera Müzesi'ndeki sergisinde tanıdım. Mükemmel resimleri ve olağanüstü desenleriyle insanı büyüleyen Ziem'in ilgimi çeken yönlerinden biride gerçek bir İstanbul aşığı oluşu. 10 Kasım 2016'da ziyarete açılan sergi 29 Ocak 2017'ye kadar devam etmekte.. Eğer hala görmediyseniz bu sergiyi kaçırmayın derim.. :)



Félix Ziem, Paris’te Tuileries’de düzenlenen 1849 Salonu’nda üç yağlıboya ve üç suluboya resim sergilediğinde bunlardan biri de Boğaziçi’nde Manzara’ydı. Sanatçının İstanbul’la ilgili bu ilk tuvalinde fotoğraflardan esinlendiği düşünülür. O yıllarda Doğu’ya olan ilgi, babasının Doğulu oluşu, yeni esin kaynakları, yeni ışık ve manzaralar arayışı onu bir Doğu gezisi yapmaya iter.

Bu fikrini Kırım olayları yüzünden ancak 1856 yazında gerçekleştirebilir. Ziem, 1855 yılında kaleme aldığı günlüğünde İstanbul’a gelme tasarısı ile ilgili, “bu yolculuğun belirgin ve güçlü biçimlerin yoğunluğuyla ışıl ışıl resimler yapma dileğimi de destekleyeceğini umuyorum” notunu düşer.




18 Temmuz 1856’dan 18 Eylül’e dek iki ay boyunca, çoğunlukla Pera bölgesindeki tepelerde yaşar. Küratör Frédéric Hitzel, Ziem’in İstanbul’da kaldığı sürece kaç desen yaptığı tam olarak bilinmese de, Martigues’deki Ziem Müzesi’nde korunan 43 defterden ikisinin Türkiye’yle ilgili olduğu bilgisini verir.

Sanatçının Doğu yolculuğu bununla sınırlı kalmaz, sırasıyla İzmir’e, Rodos’a, Beyrut’a, Şam’a, İskenderiye’ye, Kahire’ye, Mısır’a ve İskenderiye’ye gider. Son olarak Yunanistan ve Sicilya üstünden Fransa’ya döner. Doğu Akdeniz yolculuğu toplamda beş ay sürer. Bu yolculuk onda kalıcı bir iz bırakır; tüm bu izlenimler ve ilk elden bu anılar Ziem’in tüm yaşamı boyunca başvuracağı bir görsel dağarcık oluşturur.




Fransa’ya dönerken günlüğüne şöyle yazar: “Ah ah! Gördüğüm şeyleri nasıl anlatabilirim ki. Doğu bütünüyle gözlerimin önüne serilmişti. Gören ve derinden etkilenen kişi asla unutmaz. Onca zamandır aradığım şeyi, bana resmi ve sanatı candan sevdiren sevimli doğayı buldum sanırım!”

Henüz hayattayken eserleri Louvre Müzesi’ne kabul edilen ilk sanatçı, sonraki kuşakları da derinden etkilemiştir.














Kaynak: www.indigodergisi.com